ÜMRANİYE’DE otururlardı.
Süleyman amca soyadı gibi aslandı gerçekten. Hayatı inceden inceye eler ve gerektiğinde aslanlığını gösterirdi. Evlerinin hemen yan tarafında bir mahalle mescidi vardı. Orada gönüllü imamlık yapardı işinden geriye kalan zamanlarda. Bilgiliydi. Ailesinin tümünü sonradan katılan damatlar da dahil olmak üzere yönetirdi. Koruyucu ve kollayıcıydı. Çocuk yaşlarımda ilk kez ailede başına iş gelenler ve hastalananlar için oluşturulmuş “Yardım Fonu” vardı. Her ay buraya belirli bir miktar yatırılırdı. İhtiyacı olan kişi ona müracaat eder ve fondan geri ödemeli borç isterdi. Bankalara muhtaç edilmezdi. Hastalık söz konusu ise bu fondan geri ödemesiz olarak ödeme yapılır ve mağduriyet yaşatılmazdı. Ordu’nun yiğit bir evladıydı. İyi yağlı boya tablolar yapardı. Kayınvalidesi ve onun küçük oğlu Derya abi onlarda kalırdı. Eşi Fatma ana tam bir Anadolu kadınıydı. Anaçtı. Eli hem açık hem bereketliydi. Sofrası herkese açıktı. Ortaokul günlerimde oğlu ile bana öğlen için azık gönderirdi ki, buna çok ihtiyacım vardı.
…
OSMAN ile aynı sırada oturuyorduk. İlk evladıydı. Sıkı bir arkadaşım olmuştu. Kız kardeşleri de bacım. Hafta sonları evlerine gittiğimde kendimi hâneden bir fert olarak hissettirler, yabancılık oluşmasına asla fırsat vermezlerdi. Gece bırakmazlar bana da bir döşek sererlerdi. Hakları üzerimde ifa edemeyeceğim kadar çoktur. Bir garibe kendi evinde alan açmanın ne demek olduğunu ilk kez onlarda görüp bildim.
…
HIZLIYDIK. Heyecanımız yüksekti. Otobüste dün öğrendiklerimizi bugün satmaya çalışırdık gençliğin verdiği savruklukla. Oysa anlattıklarımızın önünü ardını bilmezdik. Henüz hazmetmiş değildik zaten. Bunu bir hizmet telakki eder hoparlör gibi ses vermeyi marifet sayardık. Aldığımız romanları dönüşümlü okurduk. Yavuz Bahadıroğlu’nun “Sunguroğlu” roman serisiyle başlayan bu tavrımız devam edip gitti.
Osman kaldığım öğrenci evine gelirdi. Okuduğumuz külliyatı anlayabilmek için lügatten yardım alır güncel anlamlarını kenarına yazar, anladığımızı varsaydığımız yerlerin propagandasına vakit kaybetmeden başlardık. Buna en çok Süleyman amca maruz kalırdı tabi.
Bizi saygıyla dinler, gerektiği yerlerde izahlar yapar, yanlışımız varsa tatlılıkla düzeltmeye çalışırdı. Ama biz öyle kolay kabul etmez, inatçılık ederdik. “Bu, budur” netliğinde iddialı davranırdık. Aslında buna canı sıkılırdı ama gençliğin verdiği uçarılığımızı gördüğünden alttan alıp anlayışla yaklaşır ve uzaklaşmamıza mâni olurdu.
…
ESİP savurmuştuk yine. Önü alınamaz birer müçtehit edasındaydık. Durmadan anlatıyor, edep sınırlarını aşacak bir tavra bürünüyor ve o gün araya girmesine hiç müsaade etmiyorduk. Bilgisi ve görgüsüyle bizi on parçaya katlayıp beşe bükecek bu insana karşı yaptığımız saygısızlığın ise hiç farkında değildik. Sabır ve sebat hususunda muhtemelen idmanlı olduğundan şiddet içeren en küçük bir tepki göstermemişti.
Sonunda yorulduk ve sustuk tabi. İkimizi de uzun süre dikkatle süzdükten sonra bugün altın kıymetinde olduğunu idrak ettiğim bir cümleyi hediye etmişti gönüllerimize: “Yığınak hatası yapmayın çocuklar.” Hepsi bu kadardı.
…
ANLAMAMIŞTIK, sıradan bir cümle sayıp geçip gitmiştik. Esasen ciddi ve belirleyici bir uyarıydı.
Bu tabir sadece askeri değildi. Hayatın tümünü kapsayan bir kavramdı. Her yaşam alanını ilgilendiriyordu.
Yığınak hatası yapan komutanlar nasıl muharebeyi kaybediyorsa hayata dair yapılan yanlış yığınaklar da aynı şekilde ciddi ve telafi edilmez kayıplara sebep olabilirdi. Oluyordu da zaten.
…
DUYGULARIMIZ hususunda yanlış yığınak yapmadığımızı iddia edebilir miyiz? Hislerimizi sadece sınırlı alanlara yönlendirerek her defasında büyük hayal kırıklıkları yaşayıp acılara gark olduğumuzu inkâr edebilir miyiz? Siyasal anlayış açısından durum aynı değil mi? Aile içi fanatizmin kötü sonuçlarını hiç mi yaşamıyor veya tanık olmuyoruz? Spor alanında bile durum aynı değil mi?
…
KENDİSİNDEN başkasını yanlış ve hakikat dışı gören meşrep anlayışları da yapılan bu kusurlu yığınağın birlik ve beraberliği sabote eden kötü sonucu değil mi?
Süleyman amca bize o günden zımnen şunları söylüyordu:
· Bilgi kaynaklarınızı çeşitlendirin, tek kaynağa hapsolmayın.
· Donanımınızı asıl kaynak olan vahyin ve Efendimizin terazisine vurun sonra kabul edin.
· Bir komutan gibi malzemelerinizi dengeli oluşturun ve doğru yöne sevk edin.
· Bir sanayici hassasiyetiyle üretim çeşitliliğini dikkate alın.
· Yığınak hatası sevkiyat başarısızlığına sebebiyet verir, uyanık olun.
· Ön kabul ve önyargılardan azade olun ki, yanlış malzemelerle deponuzu doldurmayın.
KİMİMİZ sadece fıkha ağırlık veriyoruz kimimiz tefsir bilimine bir diğerimiz ise hadis alanına. Kelam, İslam hukuku, mezhepler tarihi, dil ve belagat ve tasavvuf gibi farklı temel alanların tümüne lazım geldiği kadar yönelip beslenmek yerine tek bir alana odaklanıp gayrısını âdeta yok sayarcasına bir yönelim Süleyman amcanın bize “Yığınak hatası yapmayın” öğüdünün içine girmiyor mu?
Yanlış yığınak yapmanın önemli bir diğer riski de diğer donanımların alanlarını daraltıp sadece kendini adadığın alanı ana akım olarak görmek ve diğerleriyle mücadeleye girişmek…
Özgür bir zihin, çalışan bir akıl ve hisseden bir kalple tarafsızlık ve adalet ilkesini esas alarak baktığınızda siz bundan farklı ne görüyorsunuz?
Ben Süleyman amcaya gani rahmet diliyorum.
Ya Selam