İran, Türkiye'ye lütuf yapmıyor...



İran, attığı her adımın binbir defa hesabını yapan bir ülkedir. Kültürleri budur ve şimdiye kadar da değişmemiştir. Türkiye o tarafa kuşkuyla bakar, onlar da bize inanmaz. Aramızda, derinden gelen, karşılıklı bir mesafe vardır.

Bu mesafeyi ilk defa Erdoğan-Davutoğlu ikilisi daralttı. İran' a, özellikle nükleer müzakereler sürecinin en hayati anlarında arka çıktı. Kucaklaşmalar, el ele fotoğraf çektirmeler arttı. Bundan dolayı, çok eleştiri de aldı, ancak aldırmadı.

Bu jestleri de, inanarak, hak vererek ve genel bir strateji çerçevesinde yaptı.

Erdoğan, gerçekten de İran' ın nükleer teknolojiyi silah üretmek için değil, enerji için geliştirdiğine inanıyor . Bunun nedeni de, dini lider Hamaney' in sözleri. Ahmedinecad' ın veya diğer resmi yetkililerin verdikleri güvence değil, “İmam” ın verdiği güvence önemli. Karşılığında beklenen de "Bu yaklaşımın doğruluğu ispatlaması". Yani uranyum zenginleştirme konusunda jestler bekleniyor. Siyasilerin ayak sürümeleri Erdoğan' ı kuşkulandırıyor. Bu politiakının dürüst olmadığı izlenimini arttırıyor. Ankara, “İmam” ın sözlerine rağmen, rahatsız ve güveni giderek azalıyor.

İran, nükleer politikasını, özellikle ABD' den kaynaklanan tehdide karşı bir pazarlık kartı olarak kullanıyor. Türkiye bunun da farkında ve Washington' u ikna etmeye çalışıyor.

Ankara' dan bakınca, bütün bu çabaların karşılığında ne görünüyor?

Cumhurbaşkanı Ahmedinecad, adeta Türkiye' yi Suriye konusunda cezalandırmak için, nükleer müzakereleri İstanbul' da götürmeme tutumuna girdi. Müdahale eden ise, dini lider Hamaney oldu.

Emir demiri kesince,  Ahmedinecad, “Batı” ile nükleer müzakereleri adeta kerhen

İstanbul' a taşıyormuş gibi bir tutum sergiledi... Suriye konusundaki sert açıklamaları dengelemek için, Ankara' ya sanki bir jest yapılıyormuş izlenimi verdi...

Hiç değilse, Türk kamuoyu ve iktidar partisinin izlenimi bu...

İran, şu saatten itibaren bir noktayı iyi hesaplamalı.

Türkiye açısından, nükleer müzakereler önemli, ancak Suriye daha öncelikli.

Bu müzakerelerin İstanbul' da yapılması artık prim getirmiyor. Aksine, gereksiz bir risk oluşturmaya başlıyor. Ayak sürüyen bir İran ile aynı kampta görünmek, Türkiye' nin artık pek de işine gelmiyor. Suriye cephesi ağırlık kazanıyor.

Özetle, bu tutum İran' a kaybettiriyor.

YAKILMAK İSTİYORSAM, İSLAM NEDEN KARIŞSIN...

Haber Türk Gazetesi’ nin Polemik sayfası çok hoşuma gidiyor. Çarşamba günkü sayısında, Meral Okay' ın ölümünden sonra yakılmak istemesiyle ilgili bir polemiği sayfalarına taşımıştı.

İlahiyatçılarımızdan bir kesimi "Hayır olmaz öyle şey... Vasiyet yerine getirilmez. Vasiyetin de İslam' a uygun olması gerekir... Yakmak Allah' a mahsustur, toprağa verilmeli... Müslümanların İslam' a aykırı vasiyetleri yerine getirilmez..." diyor.

Karşı çıkanlar da "...Yakılmak istiyorum diyen İslam' a inanmıyordur, İslami törenle uğrulanamaz... Zorla İslami tören olmaz... Herkes istediği gibi uğurlanmalı, bu kişisel bir haktır..." diyor.

Üstelik bu konuda bir yasaklama da yok. Sayfanın sorumlusu, Gülin Yıldırımkaya araştırmış. 1946 tarihli bir yasa, isteyenin yakılabileceğini belirtiyor. Hatta Ankara' da bir de fırın varmış, ancak şimdiye kadar pek kullanılmamış.

Ben de hiç anlayamadım. Eğer yakılmak istiyorsam, o benim hakkımdır. İslam ne derse desin, son söz kişinin değil midir?

Ne dersiniz?

"SİZ ÖNCE, KENDİ TARİHİ ESER HIRSIZLARINIZI ÖNLEYİN"

Newsweek dergisinin son sayısında Owen Matthews’ in son derece güzel bir yazısı var.

Türkiye' nin son yıllarda giderek artan şekilde, eskiden topraklarından kaçırılmış tarihi eserleri geri alabilmek için açtığı kampanyadan söz ediliyor. Ben de bilmiyordum, 1998 yılından bu yana 4.500 eser geri alınabilmiş. Türkiye’ nin son yıllardaki baskılarını daha da arttırdığına dikkat çeken yazar; Ankara’ nın ünlü müzeleri, özel kolleksiyoncuları, hatta hükümetleri kimi zaman rica, kimi zaman da ülkemizde çalışan arkeologlarını yasaklama tehdidiyle eserleri geri topladığına dikkat çekiyor.

Bu çalışmaları desteklememek elde değil. Ancak aynı yazara konuşan yabancı arkeologların söyledikleri de son derece doğru. Özetle " ...Türkiye, elindeki tarihi eserleri korumasını bilmiyor. Müzelerini dahi doğru dürüst koruyamıyorlar. Hırsızlar kol geziyor... Hasankeyf gibi bir hazinenin, barajın sularına gömülmesine göz yumuyor" diyorlar.

Yanlış mı? Bence çok doğru bir değerlendirme.

Unutmayalım ki tarihi eserler sadece, bulundukları ülkelere ait değildir. Herkese aittir. Eğer siz kıymetini bilemiyor ve koruyamıyorsanız, iyi değerlendiremiyorsanız, o zaman eliniz zayıflar. Hakkınızı kaybedersiniz. Kim iyi korur, kim daha iyi değerlendirirse, o hazinenin sahibi olur.

MELO KENDİNİ, ANCAK SÜPER FİNAL’ DE AFFETTİREBİLİR...

Ünal Aysal yönetimi ve Fatih Terim en doğru kararı aldılar. Melo- Riera kavgasını yarı af- yarı ceza ile kapattılar. Melo takımın en önemli adamıydı. Milyonlarca euro para verilip alınmıştı. Tam işin sonuna gelindiğinde kadro dışı bırakılması, GS' nin kendini ayağından vurması gibi birşeydi. Öte yandan da, takımın disiplini ve  taraftarın tepkisi vardı.

Ağır para cezası ile bir orta yol bulundu. Ancak Melo bu görünüşe de aldanmamalı. Henüz yara kapanmadı. Taraftarın gözünde aklanmadı. Kerhen bir formül bulundu. Melo-Riera ikilisini gerçekten affettirecek olan tek unsur, önümüzdeki Süper Final' de, gerçekten süper bir performans göstermeleridir.

İşte o zaman, tekrar kalpleri kazanırlar.

Şu Play Off mudur, Süper Final midir ne ise, hala tam içime sindirebilmiş değilim. Tüm imtihanlarını verip mezun olduğunuz gün, müdürn karşınıza gelip "Olmadı arkadaş, yanılmışız, bir dizi dersten daha imtahan olacaksın" demesine benziyor. Bir başka açıdan da, 4 takımın yeniden kapışması hoşuma da gitmiyor değil.

Durun bakalım, bu final ile ilgili  (Tamam mı, devam mı) sorusuna işin sonunda karar verelim...

OTOPARK REZİLLİĞİNİN NEDENİ BELEDİYELERDİR...

İlla ki Başbakan'ın kendi mahallesine gidip, şikayet etmesi mi gerekiyordu?

Bu rezillik, yıllardan beri giderek yaygınlaşarak sürüyor. Kaldırımlar doldu. İnsanlar yürüyemez hale geldi. Şimdi sokaklarda ikinci sıra park yapılıyor.

Başbakan görene kadar, hemen her yangında aynı manzara ile karşılaşıyoruz. Evler alev alıyor, itfaiye geliyor ve park etmiş arabalardan geçemediği için saatlerce bunların çekilmesini bekliyor. Müdahale ettiği zaman iş işten geçmiş oluyor. Ölenler, yaralananlar ve milyarlarca liralık zarar. Kimse buna aldırmıyor da, Başbakan şikayet edince hemen Büyükşehir Belediye Başkanımız işlerin hızlandırıldığının haberini veriyor.

Ayıptır... Ayıbın asıl bölümü belediyelere ait.

Aç gözlü mahluklar, yasaya bir madde ekletmişler, eğer apartmanın altına garaj yaptırmak yerine, o kadar parayı belediyeye verirseniz, sizi görmezden geliyor. Siz de orayı ayrıca satabiliyorsunuz. Sözüm ona belediye de, topladığı o paralarla mahalleye toplu garaj yaptıracakmış.

Nerede... Parayı kapan gidiyor. Ev sahibi garajı kat olarak daha pahalıya satıyor, belediye de Ankara' dan alamadığı parayı başka yerlere harcıyor.

İşte bu şekilde İstanbul rezil ediliyor.