Belirli kalıpları tekrarlayıp durma kolaycılığından; daha yeni, daha taze, daha değişik ve daha doğurgan değerlendirmelere gidememek ne kötü...
* * *
Bir örnek verelim mi?
Bizde de kadın haklarını savunup koruma örgütleri, gün günden daha güçleniyor, anaçlaşıyor ve toplumdaki ortak vicdanın duyarlı bir terazisini kurmaya başlıyor.
* * *
Bir de bu alandaki söylenmiş sözler, yazılmış yazı ve kitaplarla, ileri sürülmüş görüş ve düşüncelere bakın...
Bir bölümü ne kadar yürektense, bir bölümü de “adet yerini bulsun” türünden bıktırıcı bir monotonluk içinde...
* * *
Kadın hakları konusunda, topluma yepyeni pencereler açacak tarihsel kapsamlı değişik girişimlere, hiç mi hiç rastlanmıyor.
* * *
Çocukları öldürülmüş valide sultanların bile bir listesi çıkarılmamış.
Böyle bir liste çıkarılsa ve sultanların ölüm yıldönümlerinde türbeleri, kadın örgütlerince ziyaret edilse...
Ne kadar büyük bir ilgi çeker bilir misiniz?
* * *
Bu ziyaretler bir gelenek yoğunluğu kazandıkça, tarihsel bilinçte de bir cilalanma başlar.
Türk sinemasında dahi yeni yorum çabalarını süzgeçleyen, realist çeşitlemelere uç verebilir...
* * *
Bizde Osmanlı devletinin kuruluşuyla ilgili kesin belge yoktur. 1299 yahut 1300’de Osman Bey, Söğüt ve Domaniç yörelerinde Kayı aşiretinin başına geçtiği zaman -ki bu dahi belgelerden çok, sonradan biçimlendirilmiş bir yakıştırmaya dayanır- Ayasofya tam sekiz yüz yaşındaydı.
* * *
Osman Bey, Ertuğrul Gazi’nin oğluydu. Ya Ertuğrul Gazi kimin oğluydu?
* * *
Bu konuda Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı şöyle yazıyor:
“Osmanlı hanedanına ait meçhul noktalardan birini de Ertuğtul Bey’in babası ve nesebi meselesi teşkil etmektedir; elimizde en eski vakayinameler bulunmadığı için uzun yıllardan beri yapılan tetkikler henüz müspet bir netice vermemiştir. Bununla beraber Ertuğrul Bey’in babasının şimdiye kadar tarihlerimizin kaydettiği gibi Süleyman Şah olduğu şüpheli olup yeni araştırmalar neticesinde bunun Gündüzalp olması ihtimal dahilinde görülüyor. Mahalli ananeye göre Ertuğrul’un validesi de Hayme Ana’dır.”
* * *
Biliyor musunuz Hayme Ana’nın mezarı ne zaman yapılmıştır? Tam altı yüz yıl sonra 1892’de...
Kendisinden önceki 33 padişahın vefasızlığını affettirmek ister gibi, o tarihte Abdülhamit yaptırmıştır Hayme Ana’nın mezarını...
* * *
Kadın haklarıyla ilgili örgütler, her yıl gidip bir buket çiçek koysalar Hayme Ana’nın mezarına...
Geniş kitleler de öğrenmeye başlamazlar mı Hayme Ana’nın kim olduğunu?
Toplumsal dokunun ortak kültürü, biraz da bu tür anımsamalarla bahçeleşir...
* * *
Kaldı ki kendi ölümünden sonra da olsa, ikinci oğlu öldürülmüş bir anneydi Hayme Ana...
Torunu Osman Bey öldürmüştü Hayme Ana’nın ikinci oğlunu, yani Osman’ın da amcası olan Dündar Bey’i, yani kendisinin de amcasını...
* * *
Oğlu öldürülmüş ikinci Valide Sultan, I. Murat’ın karısı -sonradan Müslüman olmuş Bulgar prensesi- Tamara’dır.
Oğlu Savcı Bey’i kendisine başkaldırdığı için babası, gözlerini kızgın demirle çıkartıp astırmıştır.
* * *
Tamara’nın ikinci oğlu Yakup Bey’i de; baba bir anası ayrı kardeşi I. Beyazıt, I. Kosova savaşında öldürtmüştür...
* * *
Türbesine bir tutam karanfil konması, kadın hakları açısından da anlamlı olmaz mı?
* * *
Alışılmış kalıpların ötesinde akılcı bir tazelenme, öylesine değiştirir ki Türk yaratıcılığını...
Bugünkü terörün dahi geçmişteki sahnelerini, “neden-sonuç ilişkileriyle” çok daha geniş ve modern açılardan görmeye başlayabiliriz.
* * *
Ve “monist dialektiğin” de nasıl çalıştığını ve çalışmakta olduğunu daha derinliğine izleme olanağı buluruz.
* * *
Evren durmadan değişir. Evrenin bir parçası olan insan toplumları da değişir.
Bu değişimin nasıl bir prosesle olduğunu kavrayamayanlar, birbirinin tekrarı olan “kalıp sözlerle” durağanlığa yapışmayı kolaycı bir yol olarak görürler.
* * *
Büyük sıkıntılar verirler toplumlara. Ama değişimi yine de önleyemezler. Hele bugünkü bilgisayar dünyasında...